3 Ekim 2017 Salı

MAVİ BAYKUŞ HAYAL VE DUA ÜZERİNE

Mavi bir baykuş ile konuşurken buluyorum kendimi.  Baykuş dilini öğreniyorum kendisinden: gönül dili. Hayat ağacının gölgesinde dinleniyoruz birlikte. Başka yöne baksa da insan isterse görebilir birlikte sustuğu tüm canlıların renklerini. İlk gözlemim renkler üzerineydi. Bu yüzden görebildim üzerindeki mavinin derinliğini. “ İnsanlar, sadece konuşmak istedikleri için, duymuyorlar” dedi Mavi Baykuş ve ekledi; “kendinle konuşur musun? “  Çok konuşurum dedim. Aralarda kendimle kahve içer, sohbet ederim. Özellikle geceleri, pek bir gevezeyimdir. “  

Güldü Mavi Baykuş, incelikle ve tüm sevecenliğiyle; “Peki hiç kendini dinledin mi? “ diye sordu. Düşündüm. Anladı.  “Hayır, pişman ol diye sormadım. Sadece konuştuğunu ve hiç dinlemediğini fark ettin değil mi? “ Hiç söylemediğim, sustuğum birçok şeyi de anladı. Nasıl anlayabildiğine hep şaşırdım. Hayretim her seferinde bir adım daha atıyor anlayış basamağına. Filozoflar haklı olmalı; “felsefe hayretle başlıyor.”   

Bulunduğu ana, insanlara, ortama anında eşlik edebilen bir insanım. Deve dikeni diyorum bu nedenle kendime. Onlarda her şarta ayak uydururlar. Tabiat en sevdiğim mekan. Belki de bu yüzden Tanrı uzun zamandır, beklemediğim seyahatler çıkardı bana. Yollar bir şekilde tabiata uzandı. Bir ağacın kökündeki anlamdık biz, toprağa bağlı bir anlam. Bir arının sadece bal yaptığını bir de arada bir insanı fena halde soktuğunu biliyordum ya, bilgelerle konuşmaya başladığımda anladım. Arının bal yapması değildi marifet, bala karıştığında bal olmasıydı. Bir arı  içine düştüğü balın hareketine eşlik edebildiği kadar olgundu. “Acıyı bal eyledik “ derken Erenler, belki de bunu anlatmaya çalışıyorlardı acılara suskunluklarıyla. İçlerinde hareket halinde olan acıya gülümseyerek ve şükürle eşlik edebilmek ne büyük bir ustalık. Hayatın mucizelerle dolu olduğunu unutmadan yaşarsak eğer, bir çiçek gibi açılıveriyor hayret çiçekleri.  Unutmamak, hep hatırlamak da kolay değil. Tabiat sahasından çıkıp, bir binanın dairesine konunca,  trafiğin, işin, mesele dediklerimizin arasında kaybolunca, insan sadece görmeyi değil, susmayı da unutuyor. Dolayısıyla gerçekleri göremiyor, çok gerçek gibi görününce dünya halleri. Özellikle gece uykuyu ikiye böler: Rüyalar ve gerçekler.

Bir annenin evladı için endişesi, bir sevenin, sevdiğine kavuşamama sızısı, hastane odasında çaresizce iyileşmeyi bekleyen bir hastanın umutsuzluğa sarılışı, maddi imkansızlıklar yüzünden kendini acıların koynuna atmış erkek, kadın birçok insanın mutsuzluk duruşu; omuzlarını düşürür gecenin, ağır gelir yıldızlara insanların acı yakarışları. Oysa, “beni gör der” gecenin içindeki ay, tüm gücüyle parlayarak seslenir tüm suskunluğuyla bizlere;  

“Karanlığın içinde bir aydınlık var, sabret. Görmek için dinle, sus ve inan. " Bu rüya gibi gelebilir, aslında bir dua. İnsanın hayal gücü Tanrı'nın bağrıdır. " der William Blake.  Karanlıklar, içimizdeki gecelerimiz. Biz de bir tabiatız aslında, içimizdeki inançlarla online bağlanıyoruz gece aya, gündüz güneşe, bazen buluta, bazen de yağmura, çamura…  Her umutsuzluğun ve mutsuzluğun ardından biz yapabilsek de yapamasak da bizim yerimize umudun düğmesine, mutluluğun ziline basan bir güç var. En yüksek sesle bağırdığım; “şimdi bu acıyı nasıl atlatacağım, dünyanın sonu mu geldi acaba?” diyerek cehenneme atladığım günlerin sonunda fark ettim, hayatta acılar, hüzünler de mutluluklar kadar gerekliymiş. Dikkatle ve sessizce izlemeyi ne zaman tam anlamıyla başarabilirim bilmiyorum. Bildiğim bir şey var o da denemek işe yarıyor. Hayatın kötü çocukları diyoruz onlara; kıskançlık, endişe, kaygı, hüzün, kibir… Aslında hepsi fark ettiğimiz ve sabrettiğimiz anda başka bir şeye dönüşüyorlar. Daha iyi, ince, gülümseyen, huzurlu, anlayışlı, içine alan…

“İnce şeyler gelecek, hissediyorum” dostuma, dairelerden ırakta bir bahçenin içinde birlikte bulutları, dağları, ağaçları seyrederken. Çünkü ince bir şeyler akıyor içimden.  Ve bir baykuş geldi ağacın gölgesinde dinlendiğim bir gün.  O gün bugündür maviye boyuyoruz anlamları bilge baykuş ile. “Yanında olamasam da, artık nasıl dinleyeceğini biliyorsun hem kendini, hem de insanları değil mi?” diye sordu ayrılırken.  “Bazen uzak kalmalı insan; yanımdasın Yemen’desin, Yemen’desin yanımdasın. “ diyerek sarıldım kanatlarına.  “Dua et emi” dedim Baykuşa, “dua et ki, karışsın hüzünler mutluluklara, evrilsin mutsuzluklar umutlara”  ve okuduğum bir kitabın satırlarını bıraktım b’ilgi yuvasına; “Dua, yaratıcı hayal gücünün en yüksek biçimidir. “ 


O gün bugündür Mavi bir Baykuş ile duadayız tüm inceliklere... 

2 Ekim 2015 Cuma

AN'LATABİLDİM Mİ?


 
İstanbul aşık olduğum bir şehir.  Kısa bir süre önce Ankara’da yaşamaya başladım. Elbette birgün İstanbul’a dönebilme umuduyla. Ankara ile ilgili klişe söylemlerin baş kahramanlarından biri de bendim.
“Ankara yaşanacak şehir mi Allah aşkına?”  “Gri kent,  iki saat içinde bütün semtlerini dolaşabilir ve ertesi güne gezilecek bir yer de bulamazsın…  “ vb. şikayetler trafiğinde kalmış, sinirli insan modu…

Hatta ben bu Ankara griliğini öyle bir abartmıştım ki, bir de üzerine;
“sende sorun yok, ben de An-kara! “ 
diyerek hislerimin karanlığını bir de dizelere bulaştırmıştım.

Buraya geldiğim zamandan beri pek fazla bir yere gitmediğimi itiraf etmeliyim. Gidip gördüğüm ve görecek bir şey bırakmadığım düşüncesiyle daha çok kitap okumaya ve yazılarımı toparlamayla ve işlerimi takip etmekle ilgilendim. Geçenlerde ön yargımı kıracak ve fikrimi değiştirecek bir  konuşma gerçekleştirdim kendimle. Beni bu içsel konuşmaya yönlendiren şey ise hem okuduğum kitaplar hem de dost sohbetler oldu. İnsan eğer bir an da olsa içinden yükselen seslere,  'günlük rutin' diye isimlendirdiği eylemlerine bakarsa, içinden ve o rutinlerin arasından seslenen iç sesini duyabilir.
Yıllardır Ekhart Tolie 'Şimdinin Gücü'  kitabını bir arı gibi çalışan ve saatlerce an ve olumlu düşünme üzerine birbirimize koçluk desteği  ile omuz atan insanlar olarak, hala nasıl oluyor da önyargı ile bakabiliyorduk yeryüzüne, işte bunu anlayamıyorduk. Anlamak yetmiyor bazen, anladığını uygulayabiliyor musun buna bakıyor hayat. Eğer uygulayamıyorsan aynı dersten sınava tabi tutuyor seni, iyice öğrendiğinden emin olana kadar. 

Bir gün mutfakta kendime kahve yaparken duydum içimden gelen sesi. İçimden gelen tüm negatif seslerin  ve pişirdiğim kahvenin altını da kısarak dinlemeye başladım o sesi.  “Çok şükür “ yükseliyordu içimden ve çok şükür ile başlayan onlarca eylemi belleğimden önüme döküp resmediyordu. Eğer değişime ve dönüşüme algılarınızı sonuna kadar açtıysanız, sizi değişime zorlayacak her sesi işitebilirsiniz hem de gürültünün ve patırtının içinde. Budha’nın sözünü yaşadım tam da o anın içinde; gürültünün ve patırtının içinde sessizce yürüdüm.  Zihnimde Ankara’ya dair, buradaki griliğe dair önyargılarla dolu şikayetler yükselirken, o ses; çok şükür… “ ile ifade ediyordu memnuniyetini. Hiç olmadığım kadar huzurluydum bu şehirde.
Uzun zamandan sonra içtiğim kahvenin tadını sadece damağımda değil, dimağımda da hissediyordum. Balkonumdan baktığımda her gün beni uyandıran güneşin kollarında uyandığıma,  anbean değişimi ile gökyüzünden bana gün boyunca eşlik eden “bulutlar filmi”ne , burada yeni edindiğim dostlarıma, kapımı çalan komşularıma, komşuluk kavramından şikayet ettiğimiz ve; "nerede o eski komşuluklar, şimdi kimse kimsenin kapısını çalmıyor “ diye hayıflandığımız günlerimizin gerçekleşmiş dualarını yaşıyordum.
Bal gibi değişmişti işte şikayet ettiğim her şey, değişmeyen şey şikayet etmeye devam edişimmiş meğer.  Nazım Hikmet Kültür Merkezi / Piraye Kafe’de çay içmenin, Ankara Kalesi’nde  geçmişin içinde dolaşmanın, kapımın önünde gidebileceğim ve sonbaharın keyfini iliklerime kadar yaşayacağım parkların içinde var olmanın, kültür – sanat kavramını derinden ve dinginlikle yaşayacağım anların hepsinin gelecek düşlerim arasında olduğunu ve bugün bu duamın gerçekleştiğinin farkına şikayetlerimin sesini kıstığımda vardım.
Dünyayla gönülle konuştuğunuzda, o da size gönülle cevap veriyor mesela bunu da anladım.
Kalıplarımızın, alışkanlık edindiğimiz kelimelerimizin, önyargılarımızın sadece bir hamster gibi yerinde dolanıp durduğunu da an’ladım.
Ve tam bunları anladığım sırada bir dostum aradı ve bana yıllar önce seyrettiğimiz bir TED konuşmasından bahsetti. Tekrar izlediğini ve ne kadar da unutkan olduğumuzu söylediğinde heyecanla tekrar hatırlamak istedim o konuşmayı ve izlemeye başladım.  Film yapımcısı Louie Schwartzberg’in  dünyadaki görülmeyen güzelliklerin farkında olup olmadığımızı görsel bir şölen ile  anlattığı bu videoyu izlediğimde farkındalığım daha önceki farkındalıklarımla voltranı oluşturarak belleğime kaydedildi. Bazen hatırlamak için geriye dönmek gerekiyor.
Bu yazıma başladığım noktaya yani geriye döndüğümde fark ediyorum ki; mesele memleket, ülke ya da mekan meselesi değil, mesele görme meselesi. Dünya içimizde aslında ve biz ağır çekime alıp, içimizde yaşayanları seyrettiğimizde, egomuzun ve önyargılarımızın sesini kısıp,  içimizde yaşayanların sesini yükselttiğimizde göreceğiz ki; her şey iç dünyamızda üç boyutlu bir “şükür “çekiminde. Seyrettiğim bu videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Siz bu videoyu seyrederken ben muhtemelen, Ankara Sinemasında vizyona giren  “gökyüzü filmi”ni seyrederek, ufkumu genişletiyor, algılarımı değiştiriyor, zihnimi açıyor ve yüreğime dokunuyor olacağım.  Hızla dönerken içinde bulunduğumuz dünya ben Dünya anatomisinin vücuda gelmiş halini ağır çekim izlerken, kahvemi tüm hücrelerimde hissediyor olacağım.  
 
 

İtiraf ediyorum, şehirler güzelliklerine göre değişirler ve İstanbul gerçekten de muhteşem bir şehir. Ancak, insan görebildiği kadar güzeldir ve göremeyene her yer An’karadır.
 

 

 

29 Eylül 2015 Salı

İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog / Doğan Cüceloğlu Söyleşi

Ağustos 2012 yılında Doğan Cüceloğlu ile "İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog" kitabı üzerine  www.okuryazar.tv 'de gerçekleştirdiğimiz röportajımız...

 

“Ne eksik biliyor musunuz, kendisiyle ilişkisini önemseyen insanlar…”



Satır aralarında insanın içine oya gibi işlenmiş ve insanı bugünkü insan yapan çocukluk detayları. Onun hikâyesini okurken bile, içinde kendi hikâyenizi, yaralarınızı, sevinçlerinizi, yalnızlıklarınızı görebiliyorsunuz. Gazeteci Canan Dila’yla yaptığı söyleşi sonucunda ortaya çıkan kitap, insanın kafasındaki birçok soruya da cevap veriyor. Çocukluk yıllarımızda yaşadığımız her an, akıl çekmecelerimizde özenle saklanıyor. Bir gün onu oraya koyduğumuzu unutsak bile, bir kişi, bir olay ya da çok başka bir hikâye o çekmeceleri usulca açıyor ve içinden unutulanlar çıkıyor. Doğan Cüceloğlu’nun İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog adlı kitabını okurken, o çekmecelerin yavaş yavaş açıldığını hissediyorsunuz…

İki yeni kitap… İlki yaptığınız televizyon programında yaşadıklarınız ve anlattıklarınızdan derlediğiniz İnsan İnsana Sohbet 1 adlı kitabınız, diğeri ise, sizin çocukluğunuzdan bugüne yolculuğunuzu anlatan İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog adlı kitabınız. Canan Dila yaşamöykünüzü bir söyleşi şeklinde yazmış… Neden “insanı ararken damdan düşen psikolog”?
Nasrettin Hoca “Bana damdan düşen birini getirin, çünkü o anlar halimden” diyor. İnsan halinden anlarım. Neden, çünkü bir gün damdan düştüm. “Damdan Düşen Psikolog” başlığını Canan Dila buldu, ben de razı oldum. Başımdan çok şey geçti. Bu başlık durumu çok iyi ifade ediyor. Her şeyi bilen, burnu büyük, egosu yüksek profesör doktor Doğan Cüceloğlu yerine, damdan düşmüş ve düşe düşe gerçeklerin farkına varmış, kavramış birisi olmak gerçeği daha çok yansıtıyor bence. Gerçekten yaşanmış olaylardan bir öğrenilmişlik var bu kitabın içinde ve gerçeğe daha çok uyuyor.

Anılarınız, yaşadıklarınız ve geçmişten bugüne hayatınızı aynı zamanda gözden geçirdiğiniz bu kitapla, küçükken yürüdüğünüz o sokakları yeniden yürüdünüz, büyük gözlerle, o küçük erkek çocuğuna baktınız. Siz bugüne dek büyütecinizi başka hayatların üzerine tuttunuz. Şimdi ise kendi hayatınız büyüteç altında… Kendi hayatınızda geriye bir yolculuk yapmak ve o dönemlerdeki size bakmak nasıl bir duygu yarattı sizde? Neler hissettiniz?

Buna gözden geçirmek diyorum. Şimdiki bilincimle olaylara bakış tarzımla, duygusal olgunluğumla o zaman kendi çocukluğumun farkında olduğum şeyleri ve çocukluğumdaki insanların nelerin, ne kadar farkında olduklarını gözden geçirdim. Onları gördüğüm zaman “Neden bugün ben buradayım, bu haldeyim, neden bunları yaptım?” gibi soruların cevaplarıyla anlamlı şeyler oluşmaya başlıyor. Yaşadıklarımı yargılamamaya çalışıyorum ama bazen o dönemleri düşündüğümde içim acıyor: “Vah canım küçük Doğan, seni hiç kimse anlamamış, ne kadar da yalnızmışsın” diyorum. Bazen de “Ne kadar şanslıymışım, bu kadar kedinin, köpeğin, eşeğin, ineğin arasında doğayla çok sağlıklı büyümüşüm” dediğim oluyor. Kendi içimde gelgitler yaşadım ama sonunda vardığım nokta şu: Benim yaşadığım yaşam gerçek bir yaşam ve yargılamamam gerekiyor. Bu benim yaşamım, bugün o yaşamın sonucunda ben oldum. Verdiğim mesajlar da o süreçten sonra oluşan mesajlar. Eğer bu süreçlerden dolayı bu mesajlar yararlıysa, bugün insanlara ulaşabiliyorsa, demek ki işe yaradı. Demek ki benim yaşamım anlamlı, verebileceğim şeyler var duygusu içerisindeyim, yani ahı vahı pek yok. Keşkesi de pek yok, çünkü kabullenmesi var. Yani acı çektiğim doğru ama bu acıların sonucunda olgunlaştım ve bir yerlere geldim. Gelmemiş olsaydım çok anlamsız olurdu, o bakımdan şükür duygusu içerisindeyim.

On bir kardeşmişsiniz ve en küçük sizsiniz. On yaşınızda annenizi kaybediyorsunuz ve babayla geçecek olan bir hayat başlıyor… Baba on bir çocuğa da ayrı ilgi gösterebiliyor muydu? Bu anlamda yoksunluk yaşadınız mı hiç?

Yaşadım. O zaman bunların farkında değildim, çünkü Türk kültürü içerisinde babanın çocuklarla zaman geçirmesi gibi bir beklenti yok. Baba çıkısını doldurur ve akşam eve getirir. Ana, evin içinde çocuklarla uğraşır. Sonradan farkına vardım ki, araştırmalar çocuğun babayla haşır neşir olması gerektiğini söylüyor. Babanın erkek enerjisinden, sesinden, terinden, uğraşmasından etkilenmesi lazım. Özellikle Amerika’da babaları gördükçe, bende neyin eksik olduğunu daha iyi gördüm. Ben babamın benimle baş başa on dakika geçirdiğini hatırlamıyorum ve bu acı bir şey. Babam kendi nesli içerisinde değerlendirme yapan bir insandı. Düşünebiliyor musunuz, o dönemde her bir çocuk için bir hatıra defteri tutmuş. On bir çocuğun her birisi için ayrı ayrı tutulmuş anı defterleri…

O anı defterinin içinde neler vardı? Size olan duygularından bahsediyor muydu?
Bana ait anı defterimde dört beş sayfa yazılı. Bana üzüm vermeye çalışınca, “Iıh ıhh!..” dediğimi yazmış, bu etkilemiş onu. Bir keresinde altıma yapmışım, iç çamaşırım yokmuş, onu yazmış. Bir keresinde de bir gözlem yapmış: “Bu çocuk hiç ağlamıyor, çok sakin, diğerlerinden farklı…” Üç ve dört yaşlarımdan bazı anılar. Altıncı yedinci yaşımdan itibaren de başka bir şey yazılmamış.

Anı defterine babanız tarafından yazılan o söz: “Bu çocuk hiç ağlamıyor…” Sizce o küçük çocuk neden hiç ağlamıyordu? Bunun altında psikolojik bir neden var mı?
Benim doğuştan sakin bir halim varmış, annem de aynı şeyi söylerdi. Benden önce doğan Şahin abim, çok ağlarmış. Ondan dolayı benim sakinliğim iyice dikkatlerini çekmiş. Doğuştan sakin biriydim. Ben tahmin ediyorum; kendiyle barışık, gözlem yapabilen, kendi kendini eğlendirebilen birisiydim. Bu nedenle de herkesin dikkatini çekmişim. Hâlâ da öyleyimdir, herhangi bir şekilde çevremden pek bir şey beklemem. Elimdeki neyse onunla mutluyumdur. Yaşamda esas önemli olan şeyin, yolculuğun kendisi olduğunu doğuştan kabul ederek… Bunu altı yedi yaşımdayken annem söylemişti: “Oğlum seni doğurmadan bir gece önce, beyaz sakallı, nur yüzlü bir dede gördüm rüyamda, ‘Kızım bir oğlan çocuğu doğuracaksın, o çok önemli bir ruh, ona dikkat et’ dedi.” Ben buna inandım ve bundan dolayı da annem bunu bana söyledi, zaten ben bunu biliyordum gibi düşünüyordum. Ve ömür boyu ben önemli bir ruhum ve bunun farkındayım gibi bir tavır içerisindeydim. Ondan dolayı kimseden bir aferin, bir alkış hiç beklemem. Ben biliyorum çünkü.

Anneniz sizi aslında bir nevi motive etmiş gibi. Bir annenin çocuğunu motive etmesi, çocuğun özgüvenli olmasını mı sağlıyor?
Aynen öyle. Annemin bilmeden bu rüyayı anlatarak bana yaptığı şey; “ben çok özelim” ve benim hayatımın anlamı başkalarının söylediği şeylerden değil, benim içimden gelen bir şey dedim. Buna inanmış durumdayım. Bundan dolayı hiçbir kitabımda “profesör” diye yazmam. Ben Doğan Cüceloğlu’yum, o kadar.

Bu durum sizle okuyucuyu daha da yakınlaştırıyor…
Evet, öz öze konuşmuş oluyoruz.

Özellikle anne ile erkek çocuk arasında özel bir bağ mı vardır? Kız çocuğu ile baba ilişkisinde olduğu gibi…
Ben sonuncu çocuktum ve iki buçuk yaşına kadar annemi emdim. Hatırlıyorum, memesinin ucuna kinin sürerdi. Ben emmeye çalışınca acı gelirdi, ağlardım. O da “Oğlum, büyüdün artık bırak” derdi. Onun da içi acırdı yani. Düşünebiliyor musunuz, ne büyük bir güven duygusu. Anneyi emiyorsun, kucaklıyor seni, konuşuyor, bakıyor. Müthiş bir iç donanım oluşuyor. O sırada yalnızlık duygusu diye bir şey yok. Sevilmeme duygusu diye bir şey yok. Güven tam anlamıyla gelişiyor. Dolu dolu “Ben önemliyim, ben değerliyim, ben seviliyorum” diyorsun yani bütün mesajları dolu dolu alıyorsun.

Röportajın devamı için http://www.okuryazar.tv/dogan-cuceloglu-insani-ararken-damdan-dusen-psikolog/

GÜNAYDIN TÜRKİYE!

Zor günler yaşıyoruz...

Duygularımızı kontrolde zorlandığımız, sancılarını, hüznünü, acısını birlikte hissettiğimiz
çetin günlerden geçiyoruz. Terörün, şiddetin, hırsın, tahammülsüzlüğün sınırları aştığı günler...

Çok üzgünüm!...Üzgünüz hep birlikte...

Aynı pencereden bakmasak da, pencerelerimizi açtığımız an, gördüğümüz şey aynı: Acı ve hüzün...  İnsan, gözünün önünde acı çeken insanlar gördüğünde tepkisiz kalamıyor, bir şeyler yapmak istiyor... Ağız dolusu küfür biriktiriyor, küfürlerimizi kontrolsüz bir şekilde savuruyoruz, kimi vurduğu, incittiği, üzdüğü önemli olmadan. Prof.Dr. Özcan Köknel'in sözleri geliyor aklıma, sayfamda küfür, kızgınlık ve öfke mesajlarına bakarken;

"Bizim insanımız kaygısını ve korkusunu öfkeyle anlatan bir yapıya sahip. O öfkeyi de normal karşılamak gerekiyor. Mağdur olmuş kişi bir şeyleri kırıyor, döküyor ve öfkeyle
anlatıyorsa onu hoş görüyle karşılamak gerekiyor. Bunu bir şeyleri tahrip etmek
için değil, kendi öfkesini ve kaygısını anlatabilecek başka bir dil bulamadığı
için yapıyordur. Bunu bilip, anlayıp hoş görüyle karşılamamız gerekiyor..."


Türkiye bir cenaze evi ve Özcan Hocanın dediği gibi;  ağzımızdan ne çıkarsa hoşgörüyle bakmamız gerekiyor.  Öfkemizin alt metninde; kıyıya vuran o çocukları, şehit düşen canları, canından yanan anaları kendimiz gibi görmemiz var. Demek ki o analar, babalar, eşler, çocuklar gibi bakıyoruz olana. Demek ki, 'biz' olabilmişiz.

"Hiç umudum yok " diyenlere biz olduğumuz, acıya hemhal olup, yüreğimizde hissettiğimiz bu anları hatırlatmak istiyorum. Bizlik duygusunu yaşadığımız ve Zonguldak'ta yaşayan kardeşlerimiz gibi "barış ve kardeşlik " için yürüdüğümüz, bir araya geldiğimiz her an umudum daha da artıyor.

Acıdan ne yaptığını bilemez insan evet hoşgörüyle bakmamız gerekiyor ancak hoşgörüyle konuşmamız, davranmamız gerektiğini de bilerek. Acı, hüzün ve empati bazen insanın aklını durdurur, otomatik davranır insan, ne yaptığını bilmeden. Düşünmemiz gerekiyor, aklımızla değil, kalbimizle. O kadar öfkeliyiz ki, kalbimizden çıkan sözleri duyamıyoruz. Şehirde kütüphane yakarken, evine ekmek götürmeye çalışan kürt kökenli babaya onlarca insan saldırırken,  onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamadan, ezbere sırf öfkemiz var diye saldırabiliyorsak, kalbimizin sesini daha fazla dinlemeye ihtiyacımız var. Yakanların, yıkanların, kan revan içinde bırakanların bir şuur kaybı yaşadığını düşünmek istiyorum. Tıpkı dükkanını yağmalayan o esnaf gibi,  "yıkıldım ama yine de barış "  inancıyla, direnişiyle bakmak istiyorum hayata.


Haksızlığa haykırırken, haksızlık yapanlara, küfür edilmesin derken, küfredene, öfkesinden
düşüncesini göremeyene, "terör var" diye bağırırken, teröriste dönenlere rağmen, sayfamda paylaşılan  ve üzerinde yazılan korkunç ve kışkırtıcı sözlere rağmen, birbirlerini rahatlatmak için değil, daha da kışkırtmak için dolduruşa getirenlere rağmen, "benim hala umudum var"   şarkısını söyleyenleri dinlemek istiyorum...

Negatifle, karamsarlıkla, kışkırtmalarla, öfke yarışlarıyla, umutsuzlukla sadece tükeniriz, oysa bizim bir olmak için şarj olmaya, dik durmaya, metanetli olmaya ihtiyacımız var. Dayanışmayla, birlik ve beraberlikle güç bulmaya ihtiyacımız var. Düşünmeye, içimizdeki karanlığı, teröristi, ötekileştireni görmeye ihtiyacımız var. Kalbimizin önündeki kirleri temizlerken, bir taraftan da değerlerimizi hatırlamaya ihtiyacımız var.

Çocuklarımızı unutuyoruz, hiddetle bağırırken. Onların bilinçlerine aşıladığımız şiddet duygusunu hatırlamamız gerekiyor...

Sosyal sitelerde yayınlanan küfürlere, resimlere, düşüncelere şahit olabileceklerini unutuyoruz...
Bağırırken içten içe onları korkuttuğumuzu unutuyoruz...

Barış, kelimesinin yerine Savaş çığlıklarıyla dolduruyoruz o tazecik kalpleri, beyinleri. Gelecek dediğimiz şeyin onların dünyası olduğunu unutarak, geleceğe şiddetle kirlenmelerini sağlayarak giriyoruz. Zor zamanlar geçiriyoruz ancak korumamız gerekenler için daha uyanık olmayı unutuyoruz...

Silah arkadaşlarını kaybeden ve içlerinde bin bir duyguyla tetikte duran askerlerimize moral vermeyi; yollarını bekleyen anaların diken üstünde haberleri okuduklarını unutuyoruz...

Hepimizin ne olduğuna, nasıl olduğuna dair bir fikri var. Hepimiz, savaşa, teröre, öldürmeye, kan dökmeye, haksızlığa karşıyız. Daha güçlü bir gelecek için; yapılanlara, hayata tutunarak, çalışarak, üreterek, okuyarak direnmeliyiz. Hepimizin özgürce kullandığı bir mecra var;  sayfalarımız. Takip ettiğimiz bazı haber sitelerinin yayınladığı resimlere, haberlere kızarken, aynı haberleri bizim verdiğimizi, yargılarken, yargılamamayı unutmamalıyız. Ve en önemlisi bizleri okuyan, davranışlarımızı kopyalayan  en yakın takipçilerimiz olan çocuklarımızı
hatırlamalıyız...

Bazen insan o kadar üzülür ki, o kadar yanar ki içi, acıdan bağırır. Canımız bu defa çok acıdı, çok bağırdık ocağı yananlarla birlikte. Belki diyorum, belki de birbirimize hatırlatmamız gerekiyor farkında olmadan ileriye gittiğimizi. Evladını, eşini, babasını kaybedenlerin yanında olmak, bir haksızlığa, teröre karşı omuz omuza biz olmak umut verici.

Çocuklar bugün yaşadıklarımızı belleklerine kaydediyorlarsa,   buradaki umudu kaydetsinler... "Kana kan, intikam" sözlerini değil,  Her şeye rağmen bir olmak için hırpalanan o esnafın duruşunu, binlerce insanın; "barış ve kardeşlik " diye haykırışını kaydetsinler..

Hayat Güzeldir filmini izleyenler bir kez daha izlemeli...

Guido'nun oğlu için yaptıklarını, "hayatı güzeldir " mesajını tam da savaşın içinde nasıl verdiğini hatırlamak için izlemeli...

Robin Williams'ın canlandırdığı karakter DJ Adrian'ın askerlere moral vermek için koşullar ne olursa olsun, ne kadar üzgün olursa olsun; neşeyle  "Günaydın Vietnam! " diye seslenişini hatırlamalı...

Enerjimiz giderek azalıyor, üstelik her gün başka bir acıyla uyanıyoruz ancak en çok umuda ihtiyacımız olan şu dönemde, daha da güçlü olmalıyız. Geleceğe kol kanat gerebilmek için, umudu çocukların ve bizim için yolda, cephede olanların yüreklerinde yeşertebilmek için. Umut varsa, enerji var, enerji varsa yapabilecek daha çok şeyimiz var.

Acı çeken analar, aileler, çocuklar için bir şeyler mi yapmak istiyorsan; çocuklarınla
çizgi film izle,
daha fazla kitap oku,
doğaya karış,
ve için kan ağlasa da ona gülümseyerek "günaydın " de!

De ki, gelecek "hayat güzeldir " diyerek uyansın.






30 Temmuz 2015 Perşembe

ÇAPA'K

Beraberlik,  birlikte ve bir arada olmak demekse eğer, çoğumuzun 'yalnız anladığı' bir şeyler var.  Kadınlar ve erkekler yalnızlıktan ve istediği gibi birini bulamamaktan şikayetçi.  Düşünüyorum,  istediğimiz gibi biri miyiz?  Ve diğer soru; ne istediğimizi biliyor muyuz? İstediğimiz, karşı tarafın "odak noktası" olmak ve sadece bizi merkezi yapması ise, birliktelik kavramını  iyi anlamamışız demektir.  Birlikte olmak; önce " ben ve sen " olabilmek ve  daha sonra da "biz " kalabilmek. 
Çocuğunun istemediği bir mesleğe karşı çıkan ve kendi istediği gibi bir hayat yaşamasını isteyen ebeveynler gibi yaklaşıyoruz sanki ilişkilerimize.  Karşımızdaki kişiye, bizim istediğimiz gibi bir eş ya da sevgili olsun diye sınırlar koyuyor, ihtiyaç listesi hazırlıyor ve bize nasıl davranılması gerektiğini  bağıra çağıra anlatıyoruz.  Onun sevdiğimiz halinden, kimliğinden çıkmasını ve başka kimlikler giymesini istiyoruz. İstediklerimiz ona dar ve bol gelip de sıkılınca neden böyle davrandığını anlamıyoruz. Peki ya biz?... Olduğumuz gibi miyiz yoksa olması gerektiği gibi mi?
"İlişki dediğin böyle olur, evlilik dediğin bu maddelerden oluşur"  dayatmalarıyla yüzyıllık bir ezberin içinde bazı yalnışları tekrar ediyor olabilir miyiz?...  Bu yüzden mi "birlikte ama yalnız" iki yabancı olarak hayata mutsuz, umutsuz bir şekilde devam ediyoruz?

Bir arkadaşımla ilişkiler üzerine konuşurken, arkadaşım ilişkisinin içinde yakaladığı bir detaydan bahsetti;"Hep karşı tarafın eksiklerini bulmaya çalışıyor  ve  eksik peşinde koşuyoruz.  Bir gün ona değil de kendime baktım aynada.  İşte o an fark ettim benim de çapaklarım var. birbirimizin hatalarını izlemekten, kendi gözümüzdeki çapakları görememişiz meğer. " dedi.  Arkadaşım karşı tarafa tuttuğu aynayı kendisine çevirmiş ve kendi gözlerini de görmüştü.

Bazen kendimizden kaçarız. Kendi eksiklerimiz olabileceği aklımızdan geçer ama bunu kendimize itiraf etmekten çekiniriz. Çünkü aynayı kendimize çevirmek çok cesurca bir yüzleşmedir. Yüzleşmeler sen kendine güven ister. Pohpohlamak, yüceltmek, şişirmek yerine eksikleri, olmamışları, kalmışları gösterir. E tabi can acıtır ve öz eleştirir. Eksikliği farketmenin sonsuz bir tamamlayan olduğunu bilen kişi için can ağrısı çok da mühim değildir. Çünkü, o bir anlık acının ebedi bir tamamlanma ve mutluluk olduğunun da farkındalığını yaşar.

Bazen canımızın yanmasındansa can yakmayı tercih eder, gözümüzü kendimize değil de karşımızdakinin gözlerine dikeriz. Adeta kusur bulma makinesi gibi çalışır, buldukça mutlu oluruz. Oysa, sevgi kusur bulmaz, kusur sunmaz. Kusur bulmak bir sevgi eksikliğidir. Ve aynalar, baktığınız kim olursa olsun önce sizin sevginizi gösterir. Kendisini sevmeyen bir insanın bir başkasını sevmesi ise çok zordur; başkasının da onu seviyor olmasına inanmasının zor olduğu gibi...

Kimimiz  görmek istesek de görmeyiz. Gördüklerimiz karşısında ne yapacağımızı bilemediğimizden değil,  "öğrenilmiş bir mutsuzluğu", umutsuzluğu ve problemi devam ettirmek arzumuzdan belki de.
Hepimizin içinde bir sır var; geçmiş yaşam sırları, egonun pohpohlayan; " sen dahisin, sen tamsın" diyen sihirli aynasının arkasında gizlediği. İki ucu suçlu değnektir aslında kendimizi kandıran 'ben'in bize yansıttığı... 

Cesur karşılaşmalar acıtır, düşünmeye yönlendirir,  alışkanlıkların altını üstüne getirir fakat değiştirir ve dönüştürür.  Pikselleri büyür çözümlerin, hepsi orada gözlerinizin ta içinde parlayıverir.  Belki de sır, özümüzün aynasında gözümüze bakmaktadır.  
"Evlilik, özgürlük demektir " derim hep bana soranlara.  Birliktelik gerçek anlamda yaşanırsa, kişilerin kendileri olmalarına müdahale edilmezse,  sevdiğimiz kişiyi sevdiğimiz şekliyle  bırakabilirsek,  herkesin ayrı bir sosyal hayatı, yapmaktan zevk aldığı işi, hobisi, sanatı, alışkanlıkları birliktelik boyunca devam edecekse ve özgürce yaşanacaksa eğer...  Yalnızlık alanlarının yaşam alanları kadar önemli olduğu ve yalnızlık alanlarının azaltan değil çoğaltan etkisi olduğunu ve yemek içmek kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu bilecekse kadın ve erkek...

Tek başınalık ile yalnızlığın ayrı iki kavram olduğunu anlamışsa her iki taraf, biz kavramının etrafında ay gibi ustalıkla dönecekse ilişki... İşte o zaman bu dünya yaşanmaya, "sonsuza kadar  birlikte yaşadılar " masalı tadında yaşanmaya değer. 
Bağımlı bir ilişki, kanatlarımız olsa da kendi dünyamızda uçamamak demektir. Kendimize bile geri dönemememiz, bahanelerden  örülmüş kafesler içinde sorunlarla yaşamak demektir.

"Sadece ben " demek,  "senin bir önemin yok" anlamına geldiği gibi, "sadece o" demek de, "benim bir önemim yok " demektir. Bu yüzden  "sen- ben ve biz " dünyasında  tüm önemlerin altını bir eşitlikle çizebilmektir birliktelik. Bazen kendi çapaklarımızı göremeyiz ve çözümün içinde sorun arar ve çözümleri bile sorun olarak yorumlayabiliriz.  Dönüşmemiz ve değişmemiz gerekiyor ve değiştirmeye karşımızdakinden değil, kendimizden başlamalıyız. Göreceksiniz, biz değiştiğimizde dünya değişecek.
Hapishaneye çevrilen evlilik hikayelerinin şehir efsanesi gibi yayıldığı şu dönemde, evliliğin, birlikteliğin anlamına ve tanımına bir de bu pencereden bakalım istedim. 
Beraberlik kavramını an'layabilirsek, evlenmekten  ya da birlikte yaşamaktan korkan değil, evlenmek için can atan insanlar olarak hayata yansıyacağımızı düşünüyorum. Halil Cibran'ın bir şiirini paylaşacağım bu hafta sizlerle. Evlilik kavramını  anlattığı bu özel şiir bence hepimizin kalp evinde asılı durması gereken bir başucu şiiri. Öyle ya, bazen gözlerimiz çapaklanırsa, bir şiire çapa atarak ilişkiler limanında huzur bulabiliriz.



EVLİLİK


Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, 
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, 
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, 
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,  
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,  
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,  
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi  
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin,  
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,  
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,  
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır,  
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,  
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,  
Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,  
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,  Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.

HALİL CİBRAN

   

27 Temmuz 2015 Pazartesi

KAVUŞANA DA AŞK OLSUN!

Eylül 2014'de  www.martidergisi.com internet sitesinde ve e-dergide yayınlanan, Yazar Sinan Yağmur ile kitabı BİŞNEV ve TASAVVUF üzerine yaptığımız söyleşi.


Yıllar önce okuduğum Robin Sharma'nın kahramanlarından biri olan Ferrarisini Satan Bilge, şöyle fısıldamıştı satırların arasından ; öğrenci hazır olduğunda, öğretmen ayağına gelir. Bu sözü duyduğumdan bu yana daha da dikkatle baktım yaşamımın içindeki tüm detaylara. Gerçekten de farkındalığınız hangi konuya eğiliyorsa, o konuyla ilgili detaylar el sallıyordu bir yazının içinden, bir dostunuzun dilinden, bir şairin şiirinden, izlediğiniz bir filmin sahnelerinden. Belki çoğunuz uygulamışsınızdır, bir konuyla ilgili daha fazla bilgi almak istediğinizde, doğru yolda olup olmadığınızı bilmek istediğinizde, kitapçıların raflarına ya da kütüphanenizin okunmayan kitapları arasında göz gezdirir ve “işte bu dersiniz. Sonra gözlerinizi kapatarak kitabın herhangi bir sayfasını açar, size verdiği mesajı heyecanla okursunuz. Şarkılardan fal tutar gibi, satır aralarından cevap tutarsınız.

Ya da, bazen hayat durur, siz durursunuz, parmaklarınız durur, düşünceleriniz susar, kelimeleriniz susar. Beklersiniz. Bu bekleyiş boş bir bekleyiş değildir. O durağanlıkta mutlaka başka şeyler akar hayatınıza. İşte bu anlarda kütüphanenizden bir kitap göz kırpar, farketmeniz için, bir dostunuz elinde bir kitapla girer içeriye, telefonda konuştuğunuz bir yakınınız çok etkilendiği bir yazıdan bahseder, sosyal sitede durum yorumlarını incelerken, paylaşılan bir yazı davet eder sizi içine, ya da gerçekten bir öğretmenle tanışırsınız ve size hayatın manasını anlatmaya başlar...

İşte böyle bir zamanda, daha önce bana yazarı tarafından hediye edilmiş ve ismime imzalanmış bir kitap; sıra bende der gibi göz kırptı rafların arasından. Adı Bişnev. Anlamını söyleşinin içinde okuyacaksınız. Hani tam zamanı” dediğimiz anlar vardır ya, işte Bişnev'le tanışmamızın tam da zamanıymış, okuyunca anladım. Bazen kitap mı sizi okur, siz mi kitabı okursunuz, şaşırır kalırsınız. Kafamdaki bir çok soruya cevap verdi içindeki kahramanlar, kimi zaman düşündüm, kimi zaman şaşırdım, kimi zaman hayret ettim, kimi zaman hüzünlendim. Bir kez daha bizim Ferrarisini satan bilge'ye hak verdim. Hem öğrenci hazır olduğunda gerçekten de öğretmenlerin satır aralarından bile karşına çıktığına bir kez daha şahit olduğum için, hem de Ferrarisini satmasının ne kadar da derin bir manası olduğunu Bişnev karakterlerinden daha iyi öğrendim.

Mevlana, Şems, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, hatta Sezai Karakoç ve Mona Roza'sı... Bilge Hace, Aylin, Cengiz ile tarihten bu döneme gelen, evrilen, devrilen, aranan, bulunan ya da hiç bulunamayan aşk... Öyle bir aşk ki, aşıkları aşıklığından, maşukları maşukluğundan utandırır. Öyle bir aşk ki, sanıldığı ve bilindiği gibi değil. Bugün loş ışıkların sarhoşluğuyla öylesine alalede söylenen ve tutkuyla üstü örtülmüş seni seviyorum sözlerine biraz kuşku ile baktırır. Çünkü kitaptaki alemin içinde “seni seviyorum” bir vaattir. Söyleyen büyük bir kalp sorumluluğunun içine girer. Ve dil ile değil, gönül ile söylenir. Gönül ile söyleyebilmek için konuşmayı değil, susmayı bilmek gerekir. Diğer konuyu hala düşünüyorum; Acaba kaç kişi, aşkın gözünde cenneti gördü?...

Sinan Yağmur'u tasavvufla ilgilenen, ilgilenmeyen herkes tanır. Yazdığı kitaplar yok satar ve kısa zamanda biter. Konya'da yaşar ama O'nu yaşadığı şehirde bulmak pek mümkün değildir. Çünkü O, ya yurtdışında ya da yurt içinde, bir köyde, kasabada, üniversitelerde, sosyal etkinliklerde, imza günlerinde, tasavvuf üzerine sohbetler gerçekleştirmek, okuyucusuyla buluşmak, konuşmak üzere hep yollardadır.

Okuyucusunu derin zaman yolculuklarına götüren bu günün aşkları ve tasavvufu bütünleştirerek kitaplarına yansıtan yazar Sinan Yağmur'la son kitabı Bişnev, hayat ve aşk ve tasavvuf üzerine konuştuk. Eğer siz de tasavvuf kapısının eşiğinde duruyor ve kapının açılmasını bekliyorsanız, bu söyleşi tam zamanında sayfanıza bir retweet, bir paylaşım olarak size el sallayacaktır. Ve siz de satır aralarından beslenenlerdenseniz, şifa niyetine olsun diyerek sizi röportajımızla başbaşa bırakıyorum.
 


“Tasavvuf insanı insanda bulma ve iç huzura erme kapısıdır.
Bugüne kadar tasavvuf tarihinden şahsiyetlerin hayatlarını romanlaştıran bir yazar olarak tanıdı sizi okuyucular, sizi bugünde yaşayan karakterlere yönelten ne oldu?

Günümüz insanı, anlık yaşarken kendisinin akıl tutulması ardından da duygu vurgunu yediğinin farkında değil. Oysa acılar uyandırmalıydı onu kör uykulardan. Kendisinin içinde olmadığı bir hayatı yaşıyor ve yönsüz bir arayışının içinde kıvranıyor. İnsanlık tarihinde şimdiye kadar hiç olmadığı derinlikte bir yalnızlığı yaşıyor. Üstelik modern adı verilen bir dönemde, üstüne üstelik en kalabalık bir ortamda. Yüreğine küs bir insanı kendisine hatırlatacak ve onu içsel yolculuğa çıkaracak tek çare: Tasavvuf.
 

Tasavvuf birçok insanın içine girip, yaşamak istediği bir arayış. Fakat, tam olarak tasavvufun anlamını bilemiyoruz sanki. Hepimizin dilinin döndüğü kadar anlatabildiği, yaşayabildiği ve hala hangi kapısından gireceğini bilemediği bir dünya... Tasavvuf bildiğimiz ya da bilmediğimiz ne aslında?

Tasavvuf davranıştır. Her bir zamana uygun davranış. Her bir yere uygun davranış. Her bir duruma uygun davranış. Sufilik, kafandakileri hayali, gerçeği, ön kabulleri, koşullandırmayı- bir kenara bırakıp olabileceklerle yüzleşmektir.

Tasavvuf insanı insanda bulma ve iç huzura erme kapısı. Kapıya gelen kim? Hiç kimse. O halde aydına düşen sadece kendi önünü değil insanların önlerini aydınlatmak ki yön bilinsin. Ben de kitaplarımla ışık demeti sunmaya çalışıyorum. Tasavvuf dün ile bugün arasındaki zaman tünelindeki ümit feneridir. “Dün dünle gitti cancağazım bugün yeni şeyler söylemek lazım. Diyen Hz. Mevlana bu sözünü sosyal duyarlılığın ümit sesini dünden bugüne taşımak manasında söylemiştir. Güzelliği bugüne de taşıyorsan sen Zamanın Eri sin demektir. Mademki kaybolmuşluk içindeyiz hani arayışın Beni bul! sesi? İşte bu ses tasavvuftur.


Son dönemlerde tasavvuf ve ilahi aşkı anlatan kitaplar oldukça okunuyor ve neredeyse yok satıyor. Popüler listelerde görünmese de dünyada Kur'an- ı Kerim ve İncil'in de satışları oldukça yükselmiş görünüyor... Siz bu artışı ve bu tür kitapların daha çok okunuyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünya bir arayış içinde mi?

Son dönemlerde kimi insanı tasavvufi kitaplara, Dinin kaynaklarına yönlendirmesi ( manevi arayış) yahut da kendini kaybetmemeye direnişini, içsel yolculuğun sancılarını hissetmesi ve gelişen teknolojiye oranla körelen insani değerleri tekrar bulmak arzusu ile yöneldi. Yeryüzü yaşanacak coğrafyadan, cinnet geçirecek alana dönüştü. Daha doğru bir ifade ile tabiat tımarhaneye döndü hem de üstü açık bir tımarhane.

İnsan sosyal varlık bu sosyolojinin insan tanımı.

İnsan kan ve vücut” bu biyolojinin tanımı.

İnsan faydası kadar değerli bu kapitalizmin tanımı.

İnsan nisyan ile hüsrandır Bu piyasa ekonomisinin tanımı.

Peki gerçekte insan ne? İşte insanı insana öğreten manevi tanım. Ey insan sen eşraf-i mahluksun. Değerlisin. Azizsin. Aşksın. Allah’ın temsilcisisin. Cenneti orada burada arama cennetin bizzat kendisi zaten sensin.
 

İnsanlık hayali umutları sayıklamak değil gerçek nefeste uyanmak istiyor. “
 

Tek kişilik ya da kalabalık yalnızlıklar, tasavvufa, arayışa ışık mı oldu sizce?

Yalnızlık ve dengesiz yargı kazanında her gün yanan insanlık, makro alemden mikro aleme kıvrana kıvrana sürünerek gidince, tuttuğu her dal kırılınca hele ki bu dalları din, inanç, kardeşlik adına uzatanlardan olmadık kötülükleri yaşayınca, sahte pazarlanan ve azarlayan söylemlerden değil hakiki ve güven dolu yolu aramaya başlıyor. Yolcu insan yolun kilometre taşları tasavvuf olunca haliyle insan nerede olursa olsun kendine gelme derdi ile tasavvufi ışıklara koşmak istiyor. Mevlananın gel! çağrısını işte bu nazardan anlamak gerek. O gel derken el ayak kastetmiyor, bir mekandan diğer mekana gelme değil bu gelme. Bu gel daveti Kendine gel, değişmeye gel, benliğine gel!
Günümüz insanı tasavvufa bu gelişin cazibesi ile yönleniyor artık. İnsanlık din simsarlarından bıktı. Günah edebiyatından iğrendi. İnanmadığı değerleri, yaşamadığı ahlakı pazarlayanlardan usandı. Kandırılmaktan, aldatılmaktan yoruldu. Hayali umutları sayıklamak değil gerçek nefeste uyanmak istiyor.

Arayış böyle sancılı olunca aranılan kitaplarda da doğruluk ve doygunluk şart oluyor. Ergen edebiyatı değil, hayal satan kırıntı kitaplar değil adına popüler denilen günü kurtaran geçici sakinlik veren yahut kısa süreli uyuşturma ile ruhunu oyalayan kitapları değil tek kitaba götüren kitapları” okumayı istiyor.

Bütün bir dünya arayış içerisinde. Her arayan kurtulur mu? İşte burada devreye Şems giriyor: Arayanlar bulanlardır, bulanlar ise adayanlardır.

 “Sorgulamayan, mukayese etmeyen ve bilinç tazelemeyen bir sosyal medya rüzgarı karşısındayız.

Sosyal sitelerde en çok paylaşılan sözler arasında Mevlana sözleri yer alıyor. Tasavvufu gerçekten yaşıyor muyuz, saf ve gerçek aşkları özlüyor muyuz yoksa tasavvuf da popülerler listesinde mi yer alıyor artık?

Teknoloji karşıtı olduğum algılanmasın aksine insanlığa yararlı her türlü gelişmenin yanındayım. Ancak sosyalleşmeyi başaramayan bireylerle dolu bir toplumda maalesef sosyal medya, sosyal siteler bir zihin ve algı anaforu yaşatmaktadır. Sorgulamayan, mukayese etmeyen ve bilinç tazelemeyen bir sosyal medya rüzgarı karşısındayız. Sosyal medya herkesi şair, yazar, politikacı, filozof, uzman ve bilirkişi etti(!).Bilgi bilinç zemininde meyve verir. Sosyal medyanın bu çürüme furyasından mutasavvıflarda nasibini almış oldu. Mevlanayı bilmeyenler Mevlevi oldu birkaç sözü paylaşınca. Can Yücel’in dizelerini Mevlana sözü olarak paylaşır oldular. İşin kolayını buldular bir şiir yahut aforizma paylaş altına da Hz. Mevlana yaz gelsin beğeniler gitsin alkışlar. Kirliliği temizlemeyi ilke edinen tasavvufu da kirletirsek bizi kim ve nasıl temizleyecek.


“Bugün insanlık tam manasıyla Arafta. Yalnızlık kimine cennet kimine cehennem.

Yalnızlık bir çığlık gibi, istatistiklere baktığımızda bireysel yaşam ve yalnızlık bir tercih gibi görünüyor. Fakat bir tarafından da yalnızlıktan şikayetçiyiz. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?


İki türlü yalnızlık vardır. Biri içindeki kalabalığın arasında sesini kısmış ürkek bir yalnızlık. Diğeri içsel yolculuğunda Kendini bilen Rabbini bilir desturunca varılan yalnızlık. Tasavvufta uzlet yani kendine gelmeye çekilme, iç keşif dediğimiz yalnızlık akl-i selim ve aşk-ı halim olmaya götürür. Cennetin kısa yolu budur. Yalnızlık arınmadır. Böylesi yalnızlık istenen, özlenen yalnızlık. Ancak cinnete götüren travmanın tufanı yalnızlık korkunçtur. Günümüz insanının yalnızlaşmak, yalnız kalmak diye acze düşğü korktuğu yalnızlık işte budur. Hallac’ı Mansurun dediği gibi Cehennemi anlaşılmadığın, yalnız kaldığın yerde ara!

Bugün insanlık tam manasıyla Arafta. Yalnızlık kimine cennete kimine cehennem.

Tasavvuf'un cennet ve cehennem problemi yoktur. “ diyorsunuz son kitabınız Bişnev'de... Bunu kitabı henüz okumamış olan okuyucularımız için biraz anlatabilir misiniz?

İnsan nereden geldi? Cennetten. Bir çoğu insanın cennetten kovulduğunu bunun sorumlusunun da Havva olduğunu dolayısı ile cennetin günah keçisi bir kadın diye nice sene kadınları cehennemlik hatta bizzat cehennemin kendisi olarak nitelendirdi. Rabbim bizleri kovmadı. Aksine kolladı. Kimden? Kendimizden. İblisleşmeye giden insan iflah olmaz. O halde imtihan gerek. Cennet yeryüzünde dekor değişmesiydi. Esasında cennet bizim içimizde. Ancak cenneti harita kadastro mantığı, yahut ortaçağ sermayesi tapulu arazi olarak veya zevkler salonu olarak görürsek içimizdeki cehennemi canlandırırız. Tasavvufun cennet ve cehennem problemi yok. Tasavvuf cennetin cinselleştirilmesi, aşkın cinsiyet kimliği almasını istemez. O nedenle herkesin cenneti de cehennemi de kendine. Amaç Hz. İnsanı cennetleştirmektir.

 
Tasavvuf'u yaşamak gerekiyor. Yaşamak için yolculuğa nereden başlamalıyız?
Tasavvuf insanı insanda bulma ve iç huzura erme kapısı. Kapıya gelen kim? Hiç kimse. O halde aydına düşen sadece kendi önünü değil insanların önlerini aydınlatmak ki yön bilinsin. Ben de kitaplarımla ışık demeti sunmaya çalışıyorum. Tasavvuf dün ile bugün arasındaki zaman tünelindeki ümit feneridir. “Dün dünle gitti cancağazım bugün yeni şeyler söylemek lazım. Diyen Hz. Mevlana bu sözünü sosyal duyarlılığın ümit sesini dünden bugüne taşımak manasında söylemiştir. Güzelliği bugüne de taşıyorsan sen Zamanın Eri sin demektir. Mademki kaybolmuşluk içindeyiz hani arayışın Beni bul! sesi? İşte bu ses tasavvuftur.


 “Günümüz insanı, kendinin içinde olmadığı bir hayatı yaşıyor ve yönsüz bir arayışının içinde kıvranıyor.


Acı çekmek istemiyor ve acı çekmekten korkuyoruz. Korktuğumuz için kendimiz dahil her şeyden kaçabiliyoruz. İncinmemek için de yalnızlığı tercih edenler var. Bu kaçışları nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Tasavvuf davranıştır. Her bir zamana uygun davranış. Her bir yere uygun davranış. Her bir duruma uygun davranış. Sufilik, kafandakileri hayali, gerçeği, ön kabulleri, koşullandırmayı- bir kenara bırakıp olabileceklerle yüzleşmektir.

İlk soru ile bağlantı kuracak olursak; Günümüz insanı anlık yaşarken kendisinin, akıl tutulması ardından da duygu vurgunu yediğinin farkında değil. Oysa acılar uyandırmalıydı onu kör uykulardan. Kendinin içinde olmadığı bir hayatı yaşıyor ve yönsüz bir arayışının içinde kıvranıyor. Günümüz insanı insanlık tarihinde şimdiye kadar hiç olmadığı derinlikte bir yalnızlığı yaşıyor. Üstelik modern adı verilen bir dönemde üstüne üstlük en kalabalık bir ortamda. Yüreğine küs bir insanı kendisine hatırlatacak ve onu içsel yolculuğa çıkaracak tek çare: Tasavvuf.

Tasavvuf gönülleri imar eder, yaralı yürekleri tamir eder. Günümüz insanı hem yaralı hem yarasından bihaber. Hele ki toplumsal hayat tam bir tımarhane ortamına dönüşşken. Öfke toplumu olduk. Bunda da en büyük suç payı söylemlerinde ve eylemlerinde Rahmet dini olan İslamiyeti nefret ve şiddet dini gibi gösterenlerdedir. Halden anlamayanların çiğ sözleri ümit peşinde olanları inanç ve güvene karşı septik, kuşkucu etti. Kuşkucu insan kışkırtmaya uygun demektir. Tasavvuf İslamın güler yüzüdür. Asık suratlara ve ekşi yüreklere derman verecek olan da tasavvuftur. Bu anlamda toplumsal travma eşiğinde olan cinnet geçirmeye az kalan insanları terapi edecek olan gönül dili tasavvuftur.



Son kitabınızın adı Bişnev. Nedir Bişnev'in anlamı?

Bişnev farsça bir kelimedir. Türkçesi” Dinle!” demektir. Mesnevi Bişnev ile başlar. Mevlana diyor ki Ey aşk yolcusu, ey yalanlardan bıkan, ey gönül kırklığından şikayetçi olan, ey kendini arayan önce dinle. Dinle ki okuduğunu anlayasın, dinle ki af dilemekten önce affetmeyi bilesin. İç alemi dinlemezsen kainat kitabını nasıl okuyup anlayacaksın. Çok konuştun, sohbeti gıybetleştirdin. Yoruldun bunaldın yine de bulamadın. O halde önce dinle. Aşk nedir olmak nedir dinle ki acılarda inlemeyesin. Bulanık akan sularda nur toplayamazsın. Dinle durul. Dinle arın. Dinle!


Dinlemek birbirimiz anlamaktır ötekileştirmek değil. Dinlemek sevgiyi paylaşmaktır öcüleştirmek değil.
 
“Kendine gelmeyen aşk adına maşuğuna nasıl gidebilir ki?
Kitaptaki kahramanlardan biri ise Hace. “Aşığın görevi, maşuğunun yanına değil, yarasına gelmekti. diyor Hace, Mevlana ve Şems'in aşkından örnek verirken... Bu bana birbirimize görevli olduğumuz ve birbirimize geliş sebeplerimizin olduğunu düşündürdü... Beşeri aşk, kendimizi tanıma yolculuğumuz için önemli bir basamak diyebilir miyiz?

Kendine gelmeyen aşk adına maşuğuna nasıl gidebilir ki? Kendini sevmeyen maşuğunu nasıl sevebilir. Kendini anlamayan anlamlandıramayan aşkı nasıl tanıyabilir? Kendi yolculuğumuzun farkında değilsek yola düşş sayılmayız.

 
İnsanlar, birbirlerinin kanını döküyorlar. Hem de Allah yolunda. Ve biz, o görüntüleri izliyor, o resimlere bakıyor, nefretle doluyoruz. Nefret söylemleri, yapılan eylemlerden daha korkunç ve ürkütücü de olabiliyor. O zaman şöyle düşünüyorum; eleştiren insanlar ellerine o silahı alsalar sanki aynını yapabilecek potansiyelde... Bu öfkeyi, kini, nefreti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Allah adına nefret. Sevgi adına şiddet. Yaşanılanlar kurgusal bir senaryo değil bizzat hakikat. Yeryüzü bir kan gölüne dönüştü. Üstelik inanç adına yapıldı bütün bunlar. Elinde roket atar tetiğe basan adam Allahüekber” diyor. Roketin hedefinde bir camii var. Camiide roket yiyen cemaat” Allahüekber” diyerek namaza duruyor. Bu neyin cihadı? Bu öfke hangi şeytanın ıslığı?

Sokakta öfke, adliyede öfke, okulda şiddet, evde kavga. Önceden kavgaların bir bahanesi olurdu. Şimdi kavgalar bile bahanesiz. Trafik bir nimetten çıktı insanların sinir ve öfkesini boşalttığı alan oldu. Spor eğlence ve keyiften çıktı insanların bir birine diş bilediği yumruk sıkmaya hazır olduğu öfke gösterisi haline geldi.


Birbirimize, yazılanlara, düşünülenlere, fikirlere, beğenilere bile tahammül edemeyen insanlar olduk.... Bir yorumun altına çok rahatça küfür edilebiliyor. Eleştiren kişi, eleştirdiğinin çirkinliklerini anlatırken, çirkinleşebiliyor...
Eleştiri ağzı olanın konuştuğu yerlerde düzeltici uyarıcı etkisinden nefret ve hınç hırlamasına dönüştü. Edep ile beslenmeyen yerlerde kuzu bile kurtlaşmaya başlar. Ahlak dokumuz çürüdü. İhtiras ve tatminsizlik hüküm sürmeye başladı. İnsanlar iki şey için yaşar oldu: Midem dolsun ve cinselliğim doyurulsun. Gerisinin önemi yok. Bireysel egoizmi belli bir oranda çözmek tedavi etmek mümkün ya toplumsal egoizm? İnsanlar öyle bir hale geldi ki bırakın başkasının derdini dert etmeyi , duacı olmayı birinin başına bela gelse Oh Olsun diye sevinecek kadar kendini kaybetti. Dua okuyan diller lanet ve beddua okur oldu.

Acı sizi keşiş yapmaz ama keşif yapmanıza yardımcı olur.

Halil Cibran “Haz ve Izdırap adlı şiirinde gerçekte siz, hazzınızla ızdırabınız arasında bir terazi konumundasınız. der...


Acı ve Mutluluk bir yaşam dengesi mi? Mutluluk hepimizin yaşamak istediği en büyük düş ama acı'ya mutlulukmuş gibi nasıl bakabiliriz?

Acı derken neyi anlıyoruz neyi tadıyoruz? Acı korkulası itici bir nimet değil bilakis acı iyidir acıyı bal eyleyenler bize bedensel hazzın değil ruhsal tatminliğin zirvesini gösterir. Acı mazoşist için hazdır ama bu acı tenseldir. Tasavvuf ruhsal dönüşümü hedefler ve bu dönüşümün gıdası acıdan çileden geçerek kabuk atıp hakikat mertebesine ulaşmaktır. Acı sizi keşiş yapmaz ama keşif yapmanıza yardımcı olur.

Mutluluk göreceli bir kavram. Mesela inek için mutluluk taze yeşil çimlerle dolu bir bahçede otlanmaktır. İnsanın mutluluğu ise nefsin mertebelerinden en güzeline ermek mutmain olabilmektir. Ancak kapitalizm, pragmatizm gibi öğretiler mutluluğu elde et mutlu ol derecesine getirdiler. Elde edince mutlu olduk mu hayır kavuştun heyecan bitti. O zaman yeni heyecanlar lazım sana. Durma koş. Daha fazlası. Ondan daha fazlası….. Yetinmeyen şükretmeyen önce sahip sonra köle olan bir sonuca gidiyor insanlık. Var oluş hikmetine ermeyene her türlü varlığın içinde bile olsa bunalımdan kurtulamıyor. İntihar edenlere , madde bağımlılarının çoğuna bakın zengin ve herhangi dünyevi bir eksiği olmayan şöhret, servet ve güçlü gözüken kesimler. Demek ki mutluluk cüzdan işi değil vicdan meselesi. Vicdanı doldurmanın yolu doldur boşalt, tüket at değildir.

Bu kitapta yine bir ilk var galiba, ilk defa bir sahabiyi romanınıza konu ettiniz. Safvan Bin Muattal neyi temsil ediyor?

Saffan b. Muatta iffet-i İmana, aşk-ı vefa ile asıl gidildiğini gösteriyor. Haksızlığa, iftira mağduriyetine rağmen esas sığınılacağın Allah olduğunu haykırıyor. Günümüz buhranına berrak bir ümit nefesi üflüyor. Dirayetin ve samimiyetin ihanet karşısında asla mağlup olmayacağını öğretiyor. En yakınlarından da gelse bela, musibet Allah’a güvenin seni aklaştırmaya yeter diyor. Allah’a güvenmenin yolu aşkını ona hasretmeye bağlıdır. Ego denen illet ile mücadele etmenin formülü Saffan’ı anlamaktan geçiyor, O hiçbir zaman ‘beni bilin’ demedi ”Allah biliyor” dedi. Saffan Hz. Nuh’u hiç unutmadı; hani “Hz. Nuh, ellerini açmış, Allah’ım bu benim evladım niye bana inanmıyor, niye gemiye gelmiyor, tufan olacak deyince. Allah’tan nida gelmiş: Üç kere benim dedin ya Nuh, sana ben bir ömürlük onu verdim ki, onu adam edesin, beni tanıtasın diye. Sen benim, benim, diyorsun.” O halde aşk benim değil, senin demekten geçer. Benliğe erişmenin yolu”ben ben sürekli ben” diyen enaniyeti yıkıp vahdaniyete ulaşmaktır.
Bugün en ufak bir haksızlık karşısında hemen yıkılan, isyan eden insan Saffan’ı hatırlarsa “Bu da geçer, elbet imanım var.” İle teskin olacaktır. İnsanlara hap, tablet değil aşkın nur serumunu sunmamız gerekiyor.

Cenneti başkasında arayanın, cehennemin kendisi olduğunu unutması kadar hazin başka bir şey var mıdır? İçine attığın her dert yeni bir boşluk açar. Ve sakın aklından çıkarma bir boşluk diğer boşluğa açılan en zayıf kapıdır. Girdap kapılardan değil dergah kapılarından geçmeliyiz.

Kitapta 3 ana karakter var: Aylin, Cengiz ve Hace Cemil. Üçünün acılarındaki ortak payda ne?

Üç karakter günümüz insanlarının genel özelliklerini taşıyan acı, azap ve mağduriyeti temsil eden üç kişi. Üç ayna. Ama aynalar kırık, puslu ve kendilerini aldatılmış, kandırılmış hisseden insanlar. Aşk sandıklarının yanılgı olduğunu anlayacaklar ve tasavvufun “kendini bilmek” ilkesi, “Birbirimizi anlamak” prensibinde huzuru nasıl bulduklarını, aşkın gerçeğine ermenin formülünü sunacaklar. Ötekileştirme ve öcüleştirme kıskacında kıvranan günümüz insanının ruhsal kirlenmesini temizleyecek olan bir süreçte üç karakter bugünün insanının sessiz çığlığını seslendiriyor. Üçünün de geçmişi acıdan geçiyor. Mesele de acıyı bal haline dönüştürmenin nasıl ve ne şekilde olduğunu göstermek.
Bugün maalesef ki insan zavallı bir haldedir. Aşkın 7 halinden habersizdir de ondan. Evet insan zavallıdır. Zavallı insan. Suçumuz kadın ve erkek diye ayrılmak mı? Hakikati ıskalayan cinsiyeti ıslıklıyor. İnsanın derdi insanlığın hakikati olmalıdır.
İnsandan büyük hakikat var mı bu âlemde? İnsan denen meçhul. Hangi insan? Hangi hakikat? "Bana hakikati değil, muradını söyle." Beyninde milyonlarca hakikat var, ama hepsi bir insan etmiyor. "Göklerde ve yerde ne varsa, gören göz, işiten kulak için hepsi birer hakikat" diyor Kur’ân. İbret olsun diye geçmiş kavimlerin hikâyelerini anlatıyor. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Bilmek önemli. Ama nereye kadar? Her şeyi bilmek, herkesi okumak yetmez. İman, başka türlü bir şey. "Hidayet bir Allah vergisi.

 "Kayısı çekirdeğini kabuksuz ekersen yetişmez. Onu koruyacak bir kabuk lâzım." Mânâ sûrete bürünmek zorunda. Hakikatin elbisesi olmak isterken, kendi elbisesiz kalan bir Mecnun.


Mevlana ile Şems, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin tarihin derinliklerinden gelip de günümüz insanının yaralarına derman oluyorlar... Kitapta en çok sevdiğim bu bütünlük oldu...

Aşıklar gök kubbe altında bıraktıkları hoş sada ile yaşarlar. Onların kabri kalben hüsn ( güzelliğin merkezidir.) Mevlana Ve Şems dostluk bağından aşk bahçesine varışın örneğini günümüze capcanlı hala taşıyor. Almasını bilen alır. Alamayan da nasipsizliğine yansın. Ferhat aşk- sadıkın etten kemikten temsilcisi. Aşkına vefakâr olmayan utansın. Şirin adı üstünde cilve ve nazdan uzak. Hep niyazda. Aşkın bir adı da kadir kıymet bilmek değil midir? Şirin bu kadrin bekleyen yolcusu. Mecnun mutsuzluğun değil bilakis mutlu olmanın yegane yolunu gösteriyor: Mecnun’a neresini sevdin bunun deyince, sen kadehle meşgulsün, ben içindeki şarapla uğraşırım. “Gel de benim gözümle gör.” Mutsuz olanlara söylememiz gerek, eğer insan mutsuzsa bu dışarıdan birinin sana yaptığı, eşinin yaptığı, karının yaptığı, arkadaşının, annenin, babanın dışarıdakilerin yaptığı ile ilgili değil. Kendi içimizdeki kirlenmişlik bize mutsuzluk getiriyor. Mutsuzluk oradan doğuyor, ama biz adını koyamıyoruz.

Mecnun’daki ferasetin zerresini yaşamayan bütün yürekler mutsuzluğun günah keçisini aramakla meşgul. Meşgul olma! Mecnun ol ki Leyla’dan Mevla’ya yürüyesin.


Sizce Aşk nedir?

Hz. Âdem’den bu yana binlerce kez aşkın tarifi yapılmış. Edebiyat, felsefe, psikoloji, Tasavvuf hemen hepsi de aşkın tarifini yapmıştır. Aşk bir umman tarifler ise sadece katre. Katre ummandandır ama ummanın ta kendisi değildir. Aşkın tanımı değil tadı aşkı ortaya koyar. Hz. Mevlana’nın kendisine aşkı soran müridine verdiği cevap bunu en güzel anlatan bir cevaptır.

Üstad aşk nedir?

“Evlat aşkı öğrenmek midir muradın o halde ben ol da bil!” Ne güzel ne kadar enfusi bir tariftir. Böylesi tarif için arif olmak gerekiyor. Aşk alimlerin, zahidlerin, abidlerin işi değil ariflerin işidir ki ondan sonraki aşıklık makamına erişilebilsin.
Aşk et kemik hesabı da değil. Bunu n iyi mezbahada çalışanlar ve kasaplar bilir. Aşkın 7 hali vardır ki o halden hale geçenler perdelerden sirete ulaşır. Aşkın 7 Hali Bişnev kitabı bunun için doğdu. Sahte, yapay tutkuya yapışık beğeniye bulanık duyguların hakiki aşk olmadığını anlatmak gerekiyordu.

post-it

  • Mevlana’nın “gel!” çağrısını işte bu nazardan anlamak gerek. O gel derken el ayak kastetmiyor, bir mekandan diğer mekana gelme değil bu gelme. Bu gel daveti” Kendine gel, değişmeye gel, benliğine gel!”
  • Mademki kaybolmuşluk içindeyiz hani arayışın “Beni bul!” sesi? İşte bu ses tasavvuftur.
  • Yüreğine küs bir insanı kendisine hatırlatacak ve onu içsel yolculuğa çıkaracak tek çare: Tasavvuf.

 



 
 




 



 




 

 



 

 


 
  

 


 
 


 

 
 

Etiketler