29 Eylül 2015 Salı

İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog / Doğan Cüceloğlu Söyleşi

Ağustos 2012 yılında Doğan Cüceloğlu ile "İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog" kitabı üzerine  www.okuryazar.tv 'de gerçekleştirdiğimiz röportajımız...

 

“Ne eksik biliyor musunuz, kendisiyle ilişkisini önemseyen insanlar…”



Satır aralarında insanın içine oya gibi işlenmiş ve insanı bugünkü insan yapan çocukluk detayları. Onun hikâyesini okurken bile, içinde kendi hikâyenizi, yaralarınızı, sevinçlerinizi, yalnızlıklarınızı görebiliyorsunuz. Gazeteci Canan Dila’yla yaptığı söyleşi sonucunda ortaya çıkan kitap, insanın kafasındaki birçok soruya da cevap veriyor. Çocukluk yıllarımızda yaşadığımız her an, akıl çekmecelerimizde özenle saklanıyor. Bir gün onu oraya koyduğumuzu unutsak bile, bir kişi, bir olay ya da çok başka bir hikâye o çekmeceleri usulca açıyor ve içinden unutulanlar çıkıyor. Doğan Cüceloğlu’nun İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog adlı kitabını okurken, o çekmecelerin yavaş yavaş açıldığını hissediyorsunuz…

İki yeni kitap… İlki yaptığınız televizyon programında yaşadıklarınız ve anlattıklarınızdan derlediğiniz İnsan İnsana Sohbet 1 adlı kitabınız, diğeri ise, sizin çocukluğunuzdan bugüne yolculuğunuzu anlatan İnsanı Ararken Damdan Düşen Psikolog adlı kitabınız. Canan Dila yaşamöykünüzü bir söyleşi şeklinde yazmış… Neden “insanı ararken damdan düşen psikolog”?
Nasrettin Hoca “Bana damdan düşen birini getirin, çünkü o anlar halimden” diyor. İnsan halinden anlarım. Neden, çünkü bir gün damdan düştüm. “Damdan Düşen Psikolog” başlığını Canan Dila buldu, ben de razı oldum. Başımdan çok şey geçti. Bu başlık durumu çok iyi ifade ediyor. Her şeyi bilen, burnu büyük, egosu yüksek profesör doktor Doğan Cüceloğlu yerine, damdan düşmüş ve düşe düşe gerçeklerin farkına varmış, kavramış birisi olmak gerçeği daha çok yansıtıyor bence. Gerçekten yaşanmış olaylardan bir öğrenilmişlik var bu kitabın içinde ve gerçeğe daha çok uyuyor.

Anılarınız, yaşadıklarınız ve geçmişten bugüne hayatınızı aynı zamanda gözden geçirdiğiniz bu kitapla, küçükken yürüdüğünüz o sokakları yeniden yürüdünüz, büyük gözlerle, o küçük erkek çocuğuna baktınız. Siz bugüne dek büyütecinizi başka hayatların üzerine tuttunuz. Şimdi ise kendi hayatınız büyüteç altında… Kendi hayatınızda geriye bir yolculuk yapmak ve o dönemlerdeki size bakmak nasıl bir duygu yarattı sizde? Neler hissettiniz?

Buna gözden geçirmek diyorum. Şimdiki bilincimle olaylara bakış tarzımla, duygusal olgunluğumla o zaman kendi çocukluğumun farkında olduğum şeyleri ve çocukluğumdaki insanların nelerin, ne kadar farkında olduklarını gözden geçirdim. Onları gördüğüm zaman “Neden bugün ben buradayım, bu haldeyim, neden bunları yaptım?” gibi soruların cevaplarıyla anlamlı şeyler oluşmaya başlıyor. Yaşadıklarımı yargılamamaya çalışıyorum ama bazen o dönemleri düşündüğümde içim acıyor: “Vah canım küçük Doğan, seni hiç kimse anlamamış, ne kadar da yalnızmışsın” diyorum. Bazen de “Ne kadar şanslıymışım, bu kadar kedinin, köpeğin, eşeğin, ineğin arasında doğayla çok sağlıklı büyümüşüm” dediğim oluyor. Kendi içimde gelgitler yaşadım ama sonunda vardığım nokta şu: Benim yaşadığım yaşam gerçek bir yaşam ve yargılamamam gerekiyor. Bu benim yaşamım, bugün o yaşamın sonucunda ben oldum. Verdiğim mesajlar da o süreçten sonra oluşan mesajlar. Eğer bu süreçlerden dolayı bu mesajlar yararlıysa, bugün insanlara ulaşabiliyorsa, demek ki işe yaradı. Demek ki benim yaşamım anlamlı, verebileceğim şeyler var duygusu içerisindeyim, yani ahı vahı pek yok. Keşkesi de pek yok, çünkü kabullenmesi var. Yani acı çektiğim doğru ama bu acıların sonucunda olgunlaştım ve bir yerlere geldim. Gelmemiş olsaydım çok anlamsız olurdu, o bakımdan şükür duygusu içerisindeyim.

On bir kardeşmişsiniz ve en küçük sizsiniz. On yaşınızda annenizi kaybediyorsunuz ve babayla geçecek olan bir hayat başlıyor… Baba on bir çocuğa da ayrı ilgi gösterebiliyor muydu? Bu anlamda yoksunluk yaşadınız mı hiç?

Yaşadım. O zaman bunların farkında değildim, çünkü Türk kültürü içerisinde babanın çocuklarla zaman geçirmesi gibi bir beklenti yok. Baba çıkısını doldurur ve akşam eve getirir. Ana, evin içinde çocuklarla uğraşır. Sonradan farkına vardım ki, araştırmalar çocuğun babayla haşır neşir olması gerektiğini söylüyor. Babanın erkek enerjisinden, sesinden, terinden, uğraşmasından etkilenmesi lazım. Özellikle Amerika’da babaları gördükçe, bende neyin eksik olduğunu daha iyi gördüm. Ben babamın benimle baş başa on dakika geçirdiğini hatırlamıyorum ve bu acı bir şey. Babam kendi nesli içerisinde değerlendirme yapan bir insandı. Düşünebiliyor musunuz, o dönemde her bir çocuk için bir hatıra defteri tutmuş. On bir çocuğun her birisi için ayrı ayrı tutulmuş anı defterleri…

O anı defterinin içinde neler vardı? Size olan duygularından bahsediyor muydu?
Bana ait anı defterimde dört beş sayfa yazılı. Bana üzüm vermeye çalışınca, “Iıh ıhh!..” dediğimi yazmış, bu etkilemiş onu. Bir keresinde altıma yapmışım, iç çamaşırım yokmuş, onu yazmış. Bir keresinde de bir gözlem yapmış: “Bu çocuk hiç ağlamıyor, çok sakin, diğerlerinden farklı…” Üç ve dört yaşlarımdan bazı anılar. Altıncı yedinci yaşımdan itibaren de başka bir şey yazılmamış.

Anı defterine babanız tarafından yazılan o söz: “Bu çocuk hiç ağlamıyor…” Sizce o küçük çocuk neden hiç ağlamıyordu? Bunun altında psikolojik bir neden var mı?
Benim doğuştan sakin bir halim varmış, annem de aynı şeyi söylerdi. Benden önce doğan Şahin abim, çok ağlarmış. Ondan dolayı benim sakinliğim iyice dikkatlerini çekmiş. Doğuştan sakin biriydim. Ben tahmin ediyorum; kendiyle barışık, gözlem yapabilen, kendi kendini eğlendirebilen birisiydim. Bu nedenle de herkesin dikkatini çekmişim. Hâlâ da öyleyimdir, herhangi bir şekilde çevremden pek bir şey beklemem. Elimdeki neyse onunla mutluyumdur. Yaşamda esas önemli olan şeyin, yolculuğun kendisi olduğunu doğuştan kabul ederek… Bunu altı yedi yaşımdayken annem söylemişti: “Oğlum seni doğurmadan bir gece önce, beyaz sakallı, nur yüzlü bir dede gördüm rüyamda, ‘Kızım bir oğlan çocuğu doğuracaksın, o çok önemli bir ruh, ona dikkat et’ dedi.” Ben buna inandım ve bundan dolayı da annem bunu bana söyledi, zaten ben bunu biliyordum gibi düşünüyordum. Ve ömür boyu ben önemli bir ruhum ve bunun farkındayım gibi bir tavır içerisindeydim. Ondan dolayı kimseden bir aferin, bir alkış hiç beklemem. Ben biliyorum çünkü.

Anneniz sizi aslında bir nevi motive etmiş gibi. Bir annenin çocuğunu motive etmesi, çocuğun özgüvenli olmasını mı sağlıyor?
Aynen öyle. Annemin bilmeden bu rüyayı anlatarak bana yaptığı şey; “ben çok özelim” ve benim hayatımın anlamı başkalarının söylediği şeylerden değil, benim içimden gelen bir şey dedim. Buna inanmış durumdayım. Bundan dolayı hiçbir kitabımda “profesör” diye yazmam. Ben Doğan Cüceloğlu’yum, o kadar.

Bu durum sizle okuyucuyu daha da yakınlaştırıyor…
Evet, öz öze konuşmuş oluyoruz.

Özellikle anne ile erkek çocuk arasında özel bir bağ mı vardır? Kız çocuğu ile baba ilişkisinde olduğu gibi…
Ben sonuncu çocuktum ve iki buçuk yaşına kadar annemi emdim. Hatırlıyorum, memesinin ucuna kinin sürerdi. Ben emmeye çalışınca acı gelirdi, ağlardım. O da “Oğlum, büyüdün artık bırak” derdi. Onun da içi acırdı yani. Düşünebiliyor musunuz, ne büyük bir güven duygusu. Anneyi emiyorsun, kucaklıyor seni, konuşuyor, bakıyor. Müthiş bir iç donanım oluşuyor. O sırada yalnızlık duygusu diye bir şey yok. Sevilmeme duygusu diye bir şey yok. Güven tam anlamıyla gelişiyor. Dolu dolu “Ben önemliyim, ben değerliyim, ben seviliyorum” diyorsun yani bütün mesajları dolu dolu alıyorsun.

Röportajın devamı için http://www.okuryazar.tv/dogan-cuceloglu-insani-ararken-damdan-dusen-psikolog/

GÜNAYDIN TÜRKİYE!

Zor günler yaşıyoruz...

Duygularımızı kontrolde zorlandığımız, sancılarını, hüznünü, acısını birlikte hissettiğimiz
çetin günlerden geçiyoruz. Terörün, şiddetin, hırsın, tahammülsüzlüğün sınırları aştığı günler...

Çok üzgünüm!...Üzgünüz hep birlikte...

Aynı pencereden bakmasak da, pencerelerimizi açtığımız an, gördüğümüz şey aynı: Acı ve hüzün...  İnsan, gözünün önünde acı çeken insanlar gördüğünde tepkisiz kalamıyor, bir şeyler yapmak istiyor... Ağız dolusu küfür biriktiriyor, küfürlerimizi kontrolsüz bir şekilde savuruyoruz, kimi vurduğu, incittiği, üzdüğü önemli olmadan. Prof.Dr. Özcan Köknel'in sözleri geliyor aklıma, sayfamda küfür, kızgınlık ve öfke mesajlarına bakarken;

"Bizim insanımız kaygısını ve korkusunu öfkeyle anlatan bir yapıya sahip. O öfkeyi de normal karşılamak gerekiyor. Mağdur olmuş kişi bir şeyleri kırıyor, döküyor ve öfkeyle
anlatıyorsa onu hoş görüyle karşılamak gerekiyor. Bunu bir şeyleri tahrip etmek
için değil, kendi öfkesini ve kaygısını anlatabilecek başka bir dil bulamadığı
için yapıyordur. Bunu bilip, anlayıp hoş görüyle karşılamamız gerekiyor..."


Türkiye bir cenaze evi ve Özcan Hocanın dediği gibi;  ağzımızdan ne çıkarsa hoşgörüyle bakmamız gerekiyor.  Öfkemizin alt metninde; kıyıya vuran o çocukları, şehit düşen canları, canından yanan anaları kendimiz gibi görmemiz var. Demek ki o analar, babalar, eşler, çocuklar gibi bakıyoruz olana. Demek ki, 'biz' olabilmişiz.

"Hiç umudum yok " diyenlere biz olduğumuz, acıya hemhal olup, yüreğimizde hissettiğimiz bu anları hatırlatmak istiyorum. Bizlik duygusunu yaşadığımız ve Zonguldak'ta yaşayan kardeşlerimiz gibi "barış ve kardeşlik " için yürüdüğümüz, bir araya geldiğimiz her an umudum daha da artıyor.

Acıdan ne yaptığını bilemez insan evet hoşgörüyle bakmamız gerekiyor ancak hoşgörüyle konuşmamız, davranmamız gerektiğini de bilerek. Acı, hüzün ve empati bazen insanın aklını durdurur, otomatik davranır insan, ne yaptığını bilmeden. Düşünmemiz gerekiyor, aklımızla değil, kalbimizle. O kadar öfkeliyiz ki, kalbimizden çıkan sözleri duyamıyoruz. Şehirde kütüphane yakarken, evine ekmek götürmeye çalışan kürt kökenli babaya onlarca insan saldırırken,  onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamadan, ezbere sırf öfkemiz var diye saldırabiliyorsak, kalbimizin sesini daha fazla dinlemeye ihtiyacımız var. Yakanların, yıkanların, kan revan içinde bırakanların bir şuur kaybı yaşadığını düşünmek istiyorum. Tıpkı dükkanını yağmalayan o esnaf gibi,  "yıkıldım ama yine de barış "  inancıyla, direnişiyle bakmak istiyorum hayata.


Haksızlığa haykırırken, haksızlık yapanlara, küfür edilmesin derken, küfredene, öfkesinden
düşüncesini göremeyene, "terör var" diye bağırırken, teröriste dönenlere rağmen, sayfamda paylaşılan  ve üzerinde yazılan korkunç ve kışkırtıcı sözlere rağmen, birbirlerini rahatlatmak için değil, daha da kışkırtmak için dolduruşa getirenlere rağmen, "benim hala umudum var"   şarkısını söyleyenleri dinlemek istiyorum...

Negatifle, karamsarlıkla, kışkırtmalarla, öfke yarışlarıyla, umutsuzlukla sadece tükeniriz, oysa bizim bir olmak için şarj olmaya, dik durmaya, metanetli olmaya ihtiyacımız var. Dayanışmayla, birlik ve beraberlikle güç bulmaya ihtiyacımız var. Düşünmeye, içimizdeki karanlığı, teröristi, ötekileştireni görmeye ihtiyacımız var. Kalbimizin önündeki kirleri temizlerken, bir taraftan da değerlerimizi hatırlamaya ihtiyacımız var.

Çocuklarımızı unutuyoruz, hiddetle bağırırken. Onların bilinçlerine aşıladığımız şiddet duygusunu hatırlamamız gerekiyor...

Sosyal sitelerde yayınlanan küfürlere, resimlere, düşüncelere şahit olabileceklerini unutuyoruz...
Bağırırken içten içe onları korkuttuğumuzu unutuyoruz...

Barış, kelimesinin yerine Savaş çığlıklarıyla dolduruyoruz o tazecik kalpleri, beyinleri. Gelecek dediğimiz şeyin onların dünyası olduğunu unutarak, geleceğe şiddetle kirlenmelerini sağlayarak giriyoruz. Zor zamanlar geçiriyoruz ancak korumamız gerekenler için daha uyanık olmayı unutuyoruz...

Silah arkadaşlarını kaybeden ve içlerinde bin bir duyguyla tetikte duran askerlerimize moral vermeyi; yollarını bekleyen anaların diken üstünde haberleri okuduklarını unutuyoruz...

Hepimizin ne olduğuna, nasıl olduğuna dair bir fikri var. Hepimiz, savaşa, teröre, öldürmeye, kan dökmeye, haksızlığa karşıyız. Daha güçlü bir gelecek için; yapılanlara, hayata tutunarak, çalışarak, üreterek, okuyarak direnmeliyiz. Hepimizin özgürce kullandığı bir mecra var;  sayfalarımız. Takip ettiğimiz bazı haber sitelerinin yayınladığı resimlere, haberlere kızarken, aynı haberleri bizim verdiğimizi, yargılarken, yargılamamayı unutmamalıyız. Ve en önemlisi bizleri okuyan, davranışlarımızı kopyalayan  en yakın takipçilerimiz olan çocuklarımızı
hatırlamalıyız...

Bazen insan o kadar üzülür ki, o kadar yanar ki içi, acıdan bağırır. Canımız bu defa çok acıdı, çok bağırdık ocağı yananlarla birlikte. Belki diyorum, belki de birbirimize hatırlatmamız gerekiyor farkında olmadan ileriye gittiğimizi. Evladını, eşini, babasını kaybedenlerin yanında olmak, bir haksızlığa, teröre karşı omuz omuza biz olmak umut verici.

Çocuklar bugün yaşadıklarımızı belleklerine kaydediyorlarsa,   buradaki umudu kaydetsinler... "Kana kan, intikam" sözlerini değil,  Her şeye rağmen bir olmak için hırpalanan o esnafın duruşunu, binlerce insanın; "barış ve kardeşlik " diye haykırışını kaydetsinler..

Hayat Güzeldir filmini izleyenler bir kez daha izlemeli...

Guido'nun oğlu için yaptıklarını, "hayatı güzeldir " mesajını tam da savaşın içinde nasıl verdiğini hatırlamak için izlemeli...

Robin Williams'ın canlandırdığı karakter DJ Adrian'ın askerlere moral vermek için koşullar ne olursa olsun, ne kadar üzgün olursa olsun; neşeyle  "Günaydın Vietnam! " diye seslenişini hatırlamalı...

Enerjimiz giderek azalıyor, üstelik her gün başka bir acıyla uyanıyoruz ancak en çok umuda ihtiyacımız olan şu dönemde, daha da güçlü olmalıyız. Geleceğe kol kanat gerebilmek için, umudu çocukların ve bizim için yolda, cephede olanların yüreklerinde yeşertebilmek için. Umut varsa, enerji var, enerji varsa yapabilecek daha çok şeyimiz var.

Acı çeken analar, aileler, çocuklar için bir şeyler mi yapmak istiyorsan; çocuklarınla
çizgi film izle,
daha fazla kitap oku,
doğaya karış,
ve için kan ağlasa da ona gülümseyerek "günaydın " de!

De ki, gelecek "hayat güzeldir " diyerek uyansın.






Etiketler