“Ankara yaşanacak şehir mi Allah aşkına?” “Gri kent, iki saat içinde bütün semtlerini dolaşabilir ve ertesi güne gezilecek bir yer de bulamazsın… “ vb. şikayetler trafiğinde kalmış, sinirli insan modu…
Hatta ben bu
Ankara griliğini öyle bir abartmıştım ki, bir de üzerine;
“sende sorun yok, ben
de An-kara! “
diyerek hislerimin
karanlığını bir de dizelere bulaştırmıştım.
Buraya
geldiğim zamandan beri pek fazla bir yere gitmediğimi itiraf etmeliyim. Gidip
gördüğüm ve görecek bir şey bırakmadığım düşüncesiyle daha çok kitap okumaya ve
yazılarımı toparlamayla ve işlerimi takip etmekle ilgilendim. Geçenlerde ön yargımı kıracak ve fikrimi
değiştirecek bir konuşma gerçekleştirdim
kendimle. Beni bu içsel konuşmaya yönlendiren şey ise hem okuduğum kitaplar hem
de dost sohbetler oldu. İnsan eğer bir an da olsa içinden yükselen
seslere, 'günlük rutin' diye
isimlendirdiği eylemlerine bakarsa, içinden ve o rutinlerin arasından seslenen
iç sesini duyabilir.
Yıllardır Ekhart Tolie 'Şimdinin Gücü' kitabını bir arı
gibi çalışan ve saatlerce an ve olumlu düşünme üzerine birbirimize koçluk desteği ile omuz atan insanlar olarak, hala nasıl
oluyor da önyargı ile bakabiliyorduk yeryüzüne, işte bunu anlayamıyorduk. Anlamak
yetmiyor bazen, anladığını uygulayabiliyor musun buna bakıyor hayat. Eğer
uygulayamıyorsan aynı dersten sınava tabi tutuyor seni, iyice öğrendiğinden emin olana kadar.
Bir gün mutfakta kendime kahve yaparken duydum içimden gelen sesi. İçimden gelen tüm negatif seslerin ve pişirdiğim kahvenin altını da kısarak dinlemeye başladım o sesi. “Çok şükür “ yükseliyordu içimden ve çok şükür ile başlayan onlarca eylemi belleğimden önüme döküp resmediyordu. Eğer değişime ve dönüşüme algılarınızı sonuna kadar açtıysanız, sizi değişime zorlayacak her sesi işitebilirsiniz hem de gürültünün ve patırtının içinde. Budha’nın sözünü yaşadım tam da o anın içinde; gürültünün ve patırtının içinde sessizce yürüdüm. Zihnimde Ankara’ya dair, buradaki griliğe dair önyargılarla dolu şikayetler yükselirken, o ses; çok şükür… “ ile ifade ediyordu memnuniyetini. Hiç olmadığım kadar huzurluydum bu şehirde.
Bir gün mutfakta kendime kahve yaparken duydum içimden gelen sesi. İçimden gelen tüm negatif seslerin ve pişirdiğim kahvenin altını da kısarak dinlemeye başladım o sesi. “Çok şükür “ yükseliyordu içimden ve çok şükür ile başlayan onlarca eylemi belleğimden önüme döküp resmediyordu. Eğer değişime ve dönüşüme algılarınızı sonuna kadar açtıysanız, sizi değişime zorlayacak her sesi işitebilirsiniz hem de gürültünün ve patırtının içinde. Budha’nın sözünü yaşadım tam da o anın içinde; gürültünün ve patırtının içinde sessizce yürüdüm. Zihnimde Ankara’ya dair, buradaki griliğe dair önyargılarla dolu şikayetler yükselirken, o ses; çok şükür… “ ile ifade ediyordu memnuniyetini. Hiç olmadığım kadar huzurluydum bu şehirde.
Uzun zamandan sonra içtiğim
kahvenin tadını sadece damağımda değil, dimağımda da hissediyordum. Balkonumdan
baktığımda her gün beni uyandıran güneşin kollarında uyandığıma, anbean değişimi ile gökyüzünden bana gün boyunca
eşlik eden “bulutlar filmi”ne , burada yeni edindiğim dostlarıma, kapımı çalan
komşularıma, komşuluk kavramından şikayet ettiğimiz ve; "nerede o eski
komşuluklar, şimdi kimse kimsenin kapısını çalmıyor “ diye hayıflandığımız
günlerimizin gerçekleşmiş dualarını yaşıyordum.
Bal gibi değişmişti işte şikayet
ettiğim her şey, değişmeyen şey şikayet etmeye devam edişimmiş meğer. Nazım Hikmet Kültür Merkezi / Piraye Kafe’de
çay içmenin, Ankara Kalesi’nde geçmişin
içinde dolaşmanın, kapımın önünde gidebileceğim ve sonbaharın keyfini
iliklerime kadar yaşayacağım parkların içinde var olmanın, kültür – sanat
kavramını derinden ve dinginlikle yaşayacağım anların hepsinin gelecek düşlerim
arasında olduğunu ve bugün bu duamın gerçekleştiğinin farkına şikayetlerimin
sesini kıstığımda vardım.
Dünyayla gönülle konuştuğunuzda, o da size gönülle
cevap veriyor mesela bunu da anladım.
Kalıplarımızın, alışkanlık edindiğimiz
kelimelerimizin, önyargılarımızın sadece bir hamster gibi yerinde dolanıp
durduğunu da an’ladım.
Ve tam bunları anladığım sırada bir dostum aradı ve bana
yıllar önce seyrettiğimiz bir TED konuşmasından bahsetti. Tekrar izlediğini ve
ne kadar da unutkan olduğumuzu söylediğinde heyecanla tekrar hatırlamak istedim
o konuşmayı ve izlemeye başladım. Film
yapımcısı Louie Schwartzberg’in dünyadaki
görülmeyen güzelliklerin farkında olup olmadığımızı görsel bir şölen ile anlattığı bu videoyu izlediğimde farkındalığım
daha önceki farkındalıklarımla voltranı oluşturarak belleğime kaydedildi. Bazen
hatırlamak için geriye dönmek gerekiyor.
Bu yazıma başladığım noktaya yani
geriye döndüğümde fark ediyorum ki; mesele memleket, ülke ya da mekan meselesi
değil, mesele görme meselesi. Dünya içimizde aslında ve biz ağır çekime alıp,
içimizde yaşayanları seyrettiğimizde, egomuzun ve önyargılarımızın sesini
kısıp, içimizde yaşayanların sesini
yükselttiğimizde göreceğiz ki; her şey iç dünyamızda üç boyutlu bir “şükür “çekiminde.
Seyrettiğim bu videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Siz bu videoyu seyrederken
ben muhtemelen, Ankara Sinemasında vizyona giren “gökyüzü filmi”ni seyrederek, ufkumu
genişletiyor, algılarımı değiştiriyor, zihnimi açıyor ve yüreğime dokunuyor
olacağım. Hızla dönerken içinde
bulunduğumuz dünya ben Dünya anatomisinin vücuda gelmiş halini ağır çekim
izlerken, kahvemi tüm hücrelerimde hissediyor olacağım.
İtiraf ediyorum, şehirler güzelliklerine göre
değişirler ve İstanbul gerçekten de muhteşem bir şehir. Ancak, insan
görebildiği kadar güzeldir ve göremeyene her yer An’karadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder